KIZKARDEŞİNİN ELİNİN SICAKLIĞINDA BİR MÜCADELE
| Aktüel
Zine Agirî
Fotoğrafa bakıp sadece dört kız kardeş olduğumuzu sanmayın, biz beş kız kardeşiz. Êzidi’yiz. Güneşe dua eden insanların çocuklarıyız. Şengal’de doğurdu annemiz bizi. Şimdi yıkık harap olan şehrimizde, kimsenin yaşayamadığı, talan edilen şehrimizde. Şimdi dağların eteklerinde yaptığımız çadırlarda yaşıyoruz.
Evimiz gibi değil, ama ninem “dağlar bizi kucakladı, bizi sardı bir ana gibi” dediğinden bizde seviyoruz burayı.
Eskiden evimizde, annemiz, babamız, ninemiz, ablamız ve biz dört kız kardeş beraber yaşardık. Babam her birimiz doğduğunda çok sevindiğinden şekerler ve hediyeler dağıtmış çocuklara. Ninemiz “Kızlar berekettir, bir evde kız yoksa bereketi az olur” derdi.
Her sabah bir bayram havasında tek tek saçlarımızı tarardı ablamız. Biz dışarda oyun oynamak için sabırsızlanırken, annem de bir sanatçı inceliğinde elbiselerimizi giydirirdi. Onları sevdiğimizi ve teşekkürlerimizi gülümseyerek sunardık, onlar da umutlu gözleriyle şefkatini akıtırdı yüreğimize.
Ablam bir elimizi alır diğer kardeşin elinin içine bırakır, birbirine kenetlercesine birbirimizin ellerini tutmamızı tembihlerdi ve bunu güne başlangıç duası gibi hiç unutmazdı. Zamanla bunu kendimizde öğrendiğimiz halde yine de ilk günkü gibi bilmezden gelerek, sıcacık elleriyle ellerimize dokunsun diye onu beklerdik.
Akşam güneşin kızıllığında da günün yorgunluğunu bize unutturan, güvende hissettiren dizlerinde uzanırdık. Bir dizine iki, diğer dizine de iki kardeş alarak kendini paylaşırdı bizimle. Her iki elleriyle saçlarımızı okşadıkça, bizde hipnoz olurcasına tatlı bir uykuya dalardık.
O gecede öyle bir geceydi. Fakat farklı olarak bu sefer güneşin doğuşuyla değil, daha karanlık varken uyanmıştık. Annem, babam, ablam, ninem bizi kucaklıyorlardı ama alışageldiğimizin dışında bir kucaklamaydı bu sefer.
“Hatin, wê bi kujin, wê bi kujin” diyordu durmadan ninem. “Hawar! Hawar! Dîsa fermane” çığlıklarıyla dövüyordu yüzünü. Her yerden çığlık ve patlama sesleri geliyordu. Filmlerde görmüştük. Kötüler vardı şehirlere girerlerdi herkesi öldürmeye çalışırken kahramanlar da onları kurtarmak için savaşırdı.
Ama şimdi sadece kötüler vardı. Kahramanlar yoktu bizi kurtaracak.
Annem ayaklarımıza lastiklerimizi koydu. Tam kapıdan çıkacakken adamlar girdi evimize, ellerinde silahlar vardı. Sakallıydılar ama babam gibi bakmıyorlardı, gözlerinde merhamet yoktu. Filmlerdeki canavarlar gibiydiler. Kulağımızı sağır eden bir sesten sonra babamın yerde kanlar içinde kaldığını gördüm. Babam neden yatıyordu öyle gözleri açık, diye sormuştum anneme. Annem, ninem, ablam yan yana dizilmiş heykeller gibi duruyorlardı. Canavar gibi adamlar, annem ve ablamın ellerinden tutup dışarı çıkardı. Ninemle biz dört kız kardeş kalmıştık. Annemiz ve ablamızın arkasından ağladıkça ağlıyoruz, ninem “gelecekler, ağlamayın hadi bizde gidelim” dedi sessizce ve umutsuzca gözleri ise tanımlayamadığım bir korku taşıyordu.
Gecenin karanlığında çıkıyoruz, her zaman yanan ışıklar yerine havada bir görünüp bir kaybolan ışıklar var. Ninem en küçük kardeşimi kucağına almıştı. Bende diğer iki kardeşimin ellerini sımsıkı tuttum daha önce ablamın öğrettiği gibi.
Yürüyorduk nereye gittiğimizi bilmeden. Saatlerce gittik. Yorulmuştuk ancak bu oyun oynarken ki yorgunluğumuza benzemiyordu. Hiç geçmeyecek bir yorgunluk gibiydi. Hala da rüya mı gerçek mi olduğunu ayırt edemiyordum. Ancak Güneşin doğuşuyla birlikte yaşadığımız şeyin bir rüya olmadığını anlamıştım. Peki biz nereye gidiyorduk ya da nereye gidecektik?
“Gideriz, bizi koruyacak tek yer yüksek memleketimizdir, gideriz bizi koruyacak tek şey melekê tavustur, gideriz” diyordu kendi kendine ninem.
“Bu ilk gidişimiz değil ki hep gidiyoruz 73 fermandır gidiyoruz …”
Êzidilik, Êzidiler, Şengal de yaşananlar, 21. yüzyılda kadına bir ganimet gibi el konulması, tecavüz edilmesi satılması, insanların çocukların susuzluktan, açlıktan ölmesi ve daha birçok şey…
Bir kız çocuğun anlattığı bu yaşanmışlık sadece okyanusta bir damla bile değil. Binlerce hikaye taşıyor kadınlar gözlerinde. Anneleri de ablaları da onun tanımlamasıyla canavarların, IŞİD’in elinde. Ve daha binlerce kadın onlar gibi.
O dört kızkardeş hiç bırakmıyorlar birbirlerinin ellerini, çünkü kızkardeşlerinden başka güvenecekleri kimseleri yok. Kadınların ilk örgütlenmeleri de “BÜTÜN KADINLAR KIZKARDEŞTİR” sloganı ile başlamamış mıydı? Peki, günümüzde kız kardeşleri birbirinden ayıran canavarlara karşı neden sessiz kadın örgütleri. Onları esir alan bizleri esir almış olmuyor muydu? Tecavüze uğrayan, satılan kadın bedenlerinde kendimizi hissetmedik mi?
21.yy da kadın devriminin boy verdiği topraklarda, kadınlar kendini savunmayı bildikçe bütün kadınların da kız kardeşlerini koruyabileceklerini neden göz ardı ediyoruz?
Kız kardeş olarak sessiz kaldık Êzidi kadınlarının çığlıklarına…
Şimdiler de herkes yazmalı onları diyor, yazılıyor da…
Onlar son kalanlar, onlar insanlığın kök hücresi, anlatmalı, yazmalı onları…
Tabi ki anlatmak gerekir, yazmak gerekir, yazmamız gerekir onları…
Ancak yazmadan önce anlamak gerekir, yaşamak gerekir, bilmek gerekir,
Onlara güven vermek gerekir. Bin yıllardır yazılanlarda olmadılar, yazılanlarda da onlar kendini bulmadılar.
Bu sefer onların yüreğinden yazmalı onları
Hikâyelerini gözlerinden okuyabilmeli ki yazabilsin yazan…
Yazmanın ötesinde yaşananları aşmaya yönelik bir çaba olmalı.
Şu anda Şengalde ki kadınlar Yekiniyên Jinên Şengalê(Şengal Kadın Birliği) YŞJ adıyla örgütlenmelerini yapmış durumdalar. Hem silahlı, düşünsel hem de sosyal boyutlarda birbirlerini eğitiyorlar. Güçlü kadınlar olmak istiyorlar ki kız kardeşlerini, ailelerini, toplumlarını, tarihlerini, kültürlerini koruyabilsinler.
Tüm kadınlar kız kardeş ise kız kardeşlerimizle buluşmaya engel olan ne peki?